İLK 3 YAŞA DERİN BİR BAKIŞ: KUVVETLİ BİR ALKIŞ!
Bebek ilk dünyasında neler yaşar? İlk 3 yaşını hayatının devamında ne şekilde taşır ve hatırlar? Neden bir bebek dünyaya gelmek istemez? Anne ve babanın tasarımları ve arasındaki ilişki bir bebeği nasıl etkileyebilir? Medyada genel olarak yorumlandığı gibi ebeveyn haline gelmiş çocuklar, çocukluktan çıkamayan ebeveyn hallerinin ötesinde, dizi, özneleri, nesneleri, mesafeleri dolduran ya da dolduramayan konuşmaları ve sahneleri ile bize neleri anlatıyor? Gelin, dizinin daldığı derinliklere ilk 3 yaşın penceresinden bir de biz bakalım.
-Devam etmeden önce: Dikkat! Spoiler içerir! –
BEBEĞİ ÇERÇEVELEMEK Mİ, MERAK ETMEK Mİ?
Bebek ilk ne zaman doğar? Hastanede anne karnından anne kucağına geçtiğinde mi? Anne karnına yerleştiğinde mi? Yoksa, anne ve babanın zihninde mi? Sanırım, son cümle doğru cevabı veriyor. Bebeğimiz ile ilgili ilk tasarımların başladığı, ilk yatırımların yapıldığı yer olduğu için bebek ilk olarak ebeveyninin zihninde doğar. İşte, dizinin ilk sahnelerinde de bu doğumun aslında ne kadar bebeğe dair olmayan, anne ve babanın narsistik uzantısı olan bir yerden geldiğini görüyoruz. Daha henüz kendisinin zigot hali bile ortada yokken, altıncı ay sonrası kullanılacak mamalar dahi alınıp yerleştiriliyor evin raflarına. Şu içinde bulunduğumuz zamanda çok da tanıdık gelebilen bir tablo değil mi? Bebeğin odası, kıyafetleri, biberonuydu derken onu zihnen nasıl olabileceğini çerçeveleyen, sınırlarını çizen, bizi hoşnut eden ya da korkularımızı dindirmemizi sağlayan bir eğilim ile geçirilen gebelik dönemi hiç yabancı değil. Elbette, bebek için hazırlık yapılabilir, ancak hazırlık yapmak bebeğin kendisinin önüne geçtiği noktada bu bebeğe merak ile baktığımız bir yer değil, daha o gelmeden onu bir kutunun içine koyduğumuz bir “hoş geliyorsun” olur. Bebek ile bağ kurmak, onu merak etmek, evet, merak etmek! “Acaba nasıl birisin?” “Orada nasılsın?” demek, “Ben biraz önce çok streslenmiştim, bu seninle ilgili değildi” diyerek onu regüle etmek, “Ben bugüne kadar neler getirdim, soyumdan ve hayatımdan gelenlere bir bakayım” diyerek terapötik bir alan açmak, çok daha az sayıda ebeveynin yönelebildiği bir hal maalesef.
DUYGUSAL REGÜLASYONDA SAPMALAR
Alışveriş ve sonrasında kameranın zoom yaptığı 0-6 ay bebek maması (ve biberon) bu bağlamda karşımıza çıkıyor, ancak aynı zamanda burası sanki bize iki vurucu durumu daha anlatıyor. İlki, kapitalizmin konu mankeni mama piyasasının ve aktörlerinin henüz daha bebek anne karnına düşmemişken bile, annenin sütünün yeterli olmayacağına, mutlaka o bebeğe bir mama verilmesi gerektiğine, ne olur ne olmaz evde bulunsun diye bebek alışveriş listesinde, hiç ihtiyaç yokken bile yazılmasına bir gönderme ile sahnede olması. İkinci olarak- ki aslında dizinin geri kalanında da sık sık karşımıza çıktığı üzere- anne Zeynep’in duygusal regülasyon için başvurduğu oral yolla (ağız yoluyla), introseptif (iç organlarıdan aldığımız geri bildirim sistemi) olarak da bizi rahatlatan sıvıların ilk temsili bu kutular. Ya annenin sütü bebeğini regüle etmeye yetmezse? Süt dışında onu rahatlatan bir var olma halini anne kendinde belli ki görmüyor (zaten rahmini temsil eden odaya baktığımızda da dişilik ile ilgili bir çok deneyimin buraya atıldığını ve bastırıldığını görüyoruz). Buna paralel olarak, anne karnındaki Metin de annenin regülasyonu bozulduğu her an bir sigara yakarak regüle olmaya çalışıyor (yine oral ve introseptif). Daha sonra, kendisi bile ifade ediyor “Memeydi, biberondu, sıcak çikolataydı, smoothieydi derken bırakmadın hala beni emzirmeyi anne, farkında mısın?” diyerek. Sonrasında da bu iş final sahnesindeki kefire kadar son bulmuyor zaten. Annenin çocuğunu duygusal olarak anlamak, kabul etmek ve regüle etmek yerine, onun zorlanmalarının üstünü örtmek için kullandığı suni bir deri gibi olan bütün o sıvıların temsili kefir, çözülememiş travmanın altında tam anlamıyla patlayıveriyor.
ANNE-BABA-BEBEK ÜÇGENİNDEN ÇIKIP BİR BİREY OLAMAMA
Bu ağız yolu ile sakinleştirme sadece regülasyonun bir parçası değil aslında. Bir beden içinde başlanan yolculukta annenin doğum sonrasında oğlundan ayrışamamasının, dolayısıyla çocuğunun da kendisinden ayrışmasına izin vermemesinin bir yansıması oluyor aynı zamanda. Anne için evlilik ilişkisindeki yalnızlığına bir tamamlayıcı çocuk. Aynı şekilde, baba da “bir kızım olsun, bana düşkün olsun, bayrağı annemden devralsın” niyeti ile çocuk istiyor. O da yalnız bu ilişkide. Zeynep’in dünyasına hiç girememiş. Zeynep meditasyondayken, onu uzun uzun seyretmesi de bundan. İç dünyasına aralanacak kapı anı olan meditasyon esnasında acaba bir gerçeklik yakalar mıyım diye uzun uzun bakıyor Zeynep’in yüzüne. Mehmet, Zeynep tarafından gerçekten hiç istenmemiş ya da sevilmemiş. Sonuç olarak, bebeği kapsamak için değil, bebek tarafından kapsanmak, kendi ihtiyaçlarını karşılamak için bu çift bir çocuk istiyor. Yani, burada çift denebilecek bir ebeveyn ikilisi bile yok aslında. Zeynep için Mehmet zihninde oluşabilmiş bir baba değil. Onu Metin ile ilişkisine sokmuyor, sürekli dışarıda bırakıyor. Hatta, Zeynep, Metin’in kız arkadaşını ya da panelde seyirci olan tüm toplumu, yani tüm dış dünyayı bile dışarıda bırakmak için elinden geleni yapıyor. Bu yüzden, Mehmet rüyasında Zeynep’e doğru adım atmasını engelleyen o göbek kordonunu aşamıyor. Göbek kordonunun ötesinde ona bakmayan, onu görmeyen bir Zeynep var ve Zeynep, her daim o göbek bağını Mehmet’in önüne bir set gibi çekiyor. Nihayetinde, Mehmet, anneyi geri alabileceği, çocuğun da anneden ayrışmasını sağlayacak o meşhur babalık işlevini gerçekleştiremiyor. Anne izin vermediği için ne anne ne de bebek için var olamıyor.
Anneden ayrışarak gidebileceği, dünyaya açılabileceği üçgenin üçüncü kenarı eksik kaldığı için Metin hep haykırıyor, hep isyan ediyor. Bu haykırışları duyulmuyor. Anne ile ikisi simbiyotik bir ilişki içinde takılı kalıyor. Finalde, annenin Metin’in ölümünü hissetmesi ile Metin’e hamile olduğu döneme dönmesi bu simbiyotik ilişkiye bir gönderme. Bu sahnedeki hamilelik, “İşte nihayetinde istediğin oldu, artık birsiniz” der gibi, ya da, belki de annenin-birçoğumuz gibi- “en başına dönüp bir çok şeyi düzeltmek” ile ilgili dileğine gönderme gibi patolojik bir şekilde hayat buluyor. Bunlardan hangisi gerçekleşmiş olursa olsun, annenin fantezisinin somut vücut buluşunun anneyi nasıl yıktığına bu son sahne ile sarsıcı bir şekilde şahit oluyoruz.
Annenin zihninde Mehmet olmasa da, aslında, bir baba var diyebiliriz. Doğum da bu sayede gerçekleşiyor. Bu babanın zihinde oluşmasından hemen önce doğmak istemeyen Metin’in hakkında, Zeynep, Mehmet, doktor ve ebenin konuşmalarına şahit oluyoruz. Doktor ve ailenin “Onu dışarı çıkartalım o zaman” kararı üzerine ebe, “Bunu yapmayın. O bir birey. Çağ sizi affetmez” diyor ve ilk kez bebeğin zihnine, duygularına onların dikkatlerini çekiyor (Buraya geri döneceğim). Tam bu noktada Zeynep’in telefonu çalıyor. Yanında bulunan eşi Mehmet’in telefondan aradığını fark edip şaşırıyor. Telefonu açtığında, yanındaki Mehmet’in aksine, hattın diğer ucundaki Mehmet’in çok daha içten, çok daha gerçek olduğunu fark ediyor. Zeynep’in zihnindeki baba da sadece bu tek telefon konuşmasına bağlı oluşuyor. Mehmet asla o telefondaki Mehmet olmamış, olmayacak da, ama, Zeynep için telefondaki bu baba “doğuracağım” kararını almak için yeterli oluyor. Yani, üçgenin üçüncü kenarını doldurabildiği için bebeğinden doğum ile ayrılma kararını alabiliyor. Ama bu Mehmet bir daha hiç sahneye çıkmadığı için, sonraki dönemlerde devam etmesi gereken ayrışma süreci devam edemiyor.
NEDEN BİR BEBEK DOĞMAK İSTEMEZ?
Evet, bir doğum kararı alınıyor. Ancak, Zeynep bu kararı sadece kendi duyguları yönünde alıyor. Ebenin dikkat çekmek istediği “bebeğin bireysel tercihi” kısmı üzerine hiç düşünmüyor bile. Oysa, Metin dünyaya gelmek istemeyen bir bebek. Dünyaya gelmek istemiyor, çünkü hem üçgenin bir kenarı eksik hem de dünyayı tanıdığı ilk matrisi olan rahim, hiç de onun içinde bütünleşebildiğini hissedebildiği, onu kapsayabilen bir rahim değil. Nasıl bir rahime gelmiştir Metin? Karmakarışık, toksik bir rahime. Anne gerçek anlamda deneyimlerini işlemek yerine her zor duyguyu içine atmış o güne kadar. Dişilik ya da başarı ile ilgili içeride karmaşa yaratan birçok simge var Metin’in odasında. Böylesi bir ortamda dünya ile ilgili ilk izlenimini edinen Metin elbette dünyaya gelmek istemiyor. Öte yandan, anne ve babanın bir çift olmaması, aralarında bir iletişim olmaması da onun gerçek anlamda bir “ben” e gelememesi ve var oluşunun anlamını bulmakta zorlanmasına neden oluyor. Bu yüzden o eşikten geçmek istemiyor Metin. Bu bağlamda, mısralarının birinde Türkçe meali (sanırım) “neşe ve güzellikle yeniden doğmak” olan, tüylerimizi diken diken eden o İzlanda şiirini Metin’in okuması ne kadar anlamlı bir hale geliyor.
Diyeceksiniz ki, o zaman doğmak istemeyen bebekleri orada mı bırakalım? Elbette bırakmayalım. Bazen bir suni sancı, bir sezaryen gerçekten gerekir. Hayat her zaman önceliktir. Ancak, bu adımı atarken bu durumda bebeğin ne yaşadığının hesaba katılarak atılması, onun duygularının da göz önüne alınması, belki onunla düşünceler yoluyla da olsa bir iletişim kurulması çok şeyi fark ettirebilir. Mesela, o an ebenin uyarısı ile bebeğe dönülse, kalpten bir içtenlikle, “Evet, sen oraya geri dönmek istedin, değil mi? Buraya gelmeyi hiç istemedin biliyorum” denmiş olsa, acaba Metin için o zaman dünyaya geçmek, o apartman kapısından çıkıp dışarıdaki çocukların oyununa katılmak, odasından çıkıp sosyalleşmek, dünyadaki yaşama uyum sağlamak, yeniye açık olmak daha kolay olur muydu? Kolay olmasa dahi, kesinlikle daha iyileştirici olurdu.
SOY AKTARIMI…
Ve final sahnesindeki yılan… Bu sembol ilk olarak anne rahminde, diploma çerçevesi içinde bir yılan resmi ile karşımıza çıkıyor. Daha sonra bölümlerden birinin tamamen Metin’in felaket denebilecek matematik performansına atfedildiğini görüyoruz. Belli ki annenin (ve aslında babanın tepkisine bakacak olursak, belki babanın) başarı ile ilintili öyle travmatik deneyimleri var ki, bunun da sembolü ancak zehirli bir yılan olabilirdi dedirtiyor. Çözümlenmeyen her zorlu deneyimin soyda aktarım ile bir sonraki nesile geçmesinin olasılığını artık birçok ekolün çalışmasından biliyoruz. Nitekim, ebeveynin çözümleyemediği travma, Metin’e miras kalıyor. Son sahnede, annenin son söylemi, “potansiyelinin çok altında bir hayat yaşıyorsun” ile kalkıp yılan heykelinin başını sevmesi, Metin’e bu noktada umuda yer vermeyecek şekilde son kurşunu atmış oluyor. Bu son sahne ile Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” romanını anımsıyoruz (Soy boyunca soya, bireylerin hayatları üzerinden defalarca fırsat tanınır, ancak nesiller boyu bir mesele çözülmediğinde, o soyun da devamı için bir neden artık kalmamış olur. Soy orada son bulur).
İçten gelen “gerçek ben” lerin değil, dışarıdan duyduğumuz kuvvetli alkışlarla yaşanan “ideal ben”lerin ittirmesi ile, sadece birey değil, bir dizi bireyin tek vücut halinde oluşturduğu o soyun benliği için de hayat ancak bir yere kadar sürebilir.
İşte böyle…Sembolik açıdan bu kadar zengin bu dizinin bütünü için belki daha sayfalarca yazı yazabilirdim, ancak ben 0-3 yaş uzmanlık alanımla sınırlı kalarak burada noktalayacağım yorumlarımı. Kim bilir, belki, iyi bir romanın içinde, hayatın farklı dönemlerinde okunduğunda farklı derinliklere varılabilmesi gibi, diziyi yeniden seyrettiğimde (ki mutlaka yeniden seyredeceğim) farklı açılımlarını yakalayacağım bu dizinin. Ama şimdilik bu kadar.
Özellikle de ilk üç yaşın deneyimi içinde isek bize ağır gelebilecek bir dizi Kuvvetli Bir Alkış. Ama unutmayalım ki, bir şey bize ağır geliyor ise, oraya yüzümüzü çevirip önce farkındalığa, sonra idrağa gelerek onarmamız gereken yaralarımız var demektir. “Richard” oyununun ardından, bir seyircinin sanatın onu umutsuzluğa sürüklemesine serzenişte bulunması üzerine Okan Bayülgen’in, “Sanat umut ve çözüm ile değil, sorunlarla ilgilenir” şeklindeki yanıtı beni çok etkilemişti. Sanatın çoğu zaman yaptığı sorunları çarpıcı bir şekilde idrağımıza getirmektir. Bilinçdışını bilince fark ettirmektir. Bu açıdan da Kuvvetli Bir Alkış’ın çok kıymetli bir yapıt olduğu aşikar.
Buraya biz ebeveynler için son bir not düşmenin önemli olacağını düşünüyorum. Yukarıda bahsettiğim gibi, dizide çözümüne değinmeksizin sorunlar çarpıcı bir şekilde verildiğinden tüm bu okuduklarınız size fazla gelmiş olabilir. Bebeğiniz benzer deneyimler yaşadı ise bile, bunların mutlaka birer travma haline gelmiş olması gerekmez. Deneyimin yükünü etkileyecek birçok dinamik sizin bebeğiniz için farklı olabilir. Yine de bilmemiz gerekir ki doğum ve doğum öncesi hepimiz için zorlu deneyimler barındırır. Hayata geçişin doğası gereği bu böyle olmalıdır. Bununla birlikte, biz ebeveynlerin çoğu zaman olan biteni kontrol etme imkanı yoktur. Bizim üstümüze düşen tek ve biricik görev, bebeğimiz ne ile gelmiş olursa olsun, ebeveynliğimiz süresince farkındalık ve idrak ile ilerleyerek onun ilişki içinde iyileşeceği o ruhsal-fiziksel-zihinsel yuvayı, kabı, rahmi oluşturmaktır. Onarım her zaman mümkündür. Bizim sevgi, duyarlılık ve istikrar içeren ilişkimizde, kalbimizi onun hikayesini duymaya, görmeye, anlamaya ve kabul etmeye açık olduğu sürece, onarım her zaman mümkün olacaktır.
Sevgilerimle,
Sinem Özen Canbolat
Gelişim Psikolojisi, M.A.