Ye Oyna Uyu

Hayatı Sadeleştirin !

Çocuklarınızın  özgürce koşabilecekleri alanları hem evlerinizde hem de zihinlerinizde açabilmeniz dileğiyle…

 

 

Evlenmeye karar verdik. Öyle çok vaktimiz olmadı, “evimize nasıl bir mobilya alalım” diye düşünmek için. Olsaydı da fark etmezdi. Bir koltuk takımı, bir konsol, bir yemek masası, tv, iki halı salonun hakkıydı. Yatak odasında fazla eşyayı yutacak bazalı yatak, kocaman dolap, şifonyer, iki baş ucu komidini…Sığdık mı? Hayır sığamadık. Aile evindeki tek odamdan çıkıp koca bir eve dahi sığamadım. Çünkü saklamak için aldıkça, içini doldurmak için de aldım. Sonunda dayalı döşeli bir ev, ardından gelen ilk bebeğimiz, sürpriz yapıp gelen ikinci bebeğimiz derken dolduk ve taştık. Eşyalarımız çok gerekli miydi acaba? Ama bebeklerimizin ihtiyacı olanlar elbet gerekliydi. Ya da, belki, onlar için ihtiyaç sandığımız şeyler bile, bir ihtiyaçmış gibi sunulduğu için “gerekli” idi?

Tabii ya! Benim kocaman bir konsola da ihtiyacım yoktu evlenirken, o iki halıya da. Ama sessiz bir anlaşma vardı; evine eşya alacak yeni çiftler, aileleri ve mobilyacılar arasında. Herkes böyle yapıyordu. Evlerin ezberi böyleydi. Mutlaka gündelik bir takım tabak olacak, bir takım da misafire mükemmel görünmek için olacaktı. Onları koymak için de salona kocaman bir konsol alınacaktı. Aslen adının konsol olduğundan bile emin değilim, şu anda salonumda duran o uzun devasal dolabın. Ama kendisi yaşamımın küçük, yaşam alanımın ise büyük bir kısmını kaplıyor. Gerçi eskisi kadar önemli değil artık. Neden mi? Birazdan anlatacağım. Şimdilik kaldığım yerden devam edelim.

İşte böyle, ben iki minik kurabiyemle, daha çok evde zaman geçirmek zorunda kaldığım o ilk yıllarda, özetle, bana geldiler. Kim derseniz, bu eşya yığını! Üstüme üstüme geldiler. Benim de hepsini şöyle teker teker camdan atasım geldi. Eşyanın çokluğu enerjimi aşağıya çekiyordu, çünkü bir de bunların tozuyla süprüntüsüyle uğraşacağım diye birazı benim, birazı iki miniğimin olan sınırlı ömrümün saatlerinden gidiyordu. O sıra duymaya başladık işte 100 eşya ile yaşamayı. O sıralar söylenmeye başladım “ya insanlar bir örnek giyinse, kışın siyah, yazın beyaz, şöyle uzay yolundaki gibi bir body ile bir tayt”. Dolaplar rahat, sabah kalkınca ne giyeceğim diyen kafalar rahat. Moda saçmalığı yok, sınıf ayrımı yok. O sıralar aslında minimalist deyince buz gibi mermer taşlar üzerine oturtulmuş tek  koltuklu ev akla geliyorken, misafir olarak böyle bir evde bir hafta geçirince minimalistliğin nasıl bir hafiflik demek olduğunu anladık (minimalist deyince, hala mermer taşlı ev geliyor aklıma, o yüzden sade ev demeyi tercih ediyorum). Sade ev, sade hayat…

Sonra işim gereği ebeveynlere danışmanlık verirken fark ettim. Sadece benim değil, herkesin hayatının fazla kalabalık olduğunu. Hayır, sadece eşya kalabalığı değil. Günlük akışlarımız da çok kalabalıktı. Sabah kalk, az önce dert yandığım gibi giysi seç, makyaj yap, saç yap, asıl zaman ayırman gereken minik bıdığa ve kahvaltına şöyle hızlıca dudaklarını dokundur ve koşarak kaç, servise yetiş, işe yetiş, mesai saatleri arasında çalışınca patron memnun kalmıyor diye işten biraz daha geç çık, trafikle boğuş, eve gel ve hızlıca ye, minikle zaman geçir, ama yetmediğini hissettiğin için onun yatma saatini de geçir, sanal alemlerde sosyalleş, tv’de diziyi kaçırma…Haftasonu ufaklığı avm’ye götür, ona son çıkan çizgi film kahramanının kıyafetlerini al, yeterince vakit geçiremiyorsun, vicdanı rahatlatmak için oyuncak da al, şurada bir aktivite saati varmış oraya götür, biraz nefes almak için filme götür, akşam arkadaşlarla sosyalleşmeye koş, arada bir sürekli sosyal medyandan güncelle kendini, eğleniyorsun, paylaş mutluluğunu,  sabah spor salonunun dört duvarı arasında koştuğunu sanarak koş, koşarken tekrar güncelleme gönder… Yazarken yoruldum. Sadeleşmeye dönelim bence.

Diyeceğim o ki, günlerimizi, evlerimizi, kafalarımızın içlerini sadeleştirdiğimizde ancak, hem bizim hem çocuklarımızın hayatında doğal bir akış olabilir. Doğal akış deyip geçmeyin, hayata ve ruha DENGE’yi getirmenin yolu doğal akıştan geçer. Kalabalığın içinde hayat akacak yer bulabilir mi? Akış için yol lazım, alan lazım. Çıkarın tv ‘yi evinizden, hem geceniz hem eviniz hem de yalanlarla doldurulan kafanız rahatlayacak. Zor mu geliyor? İnanın sadece alışkanlıktan. Formül kolay. HAYATINIZDAKİ GERÇEK İHTİYAÇLARINIZI BELİRLEYİN (İlginç değil mi? Bu, bebeklerinizin ruh sağlığı için “ihtiyaçlarını fark edin ve zamanında /istikrarla karşılayın” önerimin tıpatıp aynısı. Tesadüf mü? Kesinlikle değil!)

Hiçbirşey imkansız değil. Elbette, herkes işinden gücünden vazgeçsin demiyorum. Ama o TV’yi atmak ya da akıllı telefonları günde sadece belirli sürelerde ve belirli saatlerde kullanmak, ya da avm’de alışveriş yapmak yerine çocuğunuzla piknikte koşmak o kadar da yapılamayacak şeyler değil. Tamam, her şey bir anda olmayacak, kabul. Önce kafanıza yerleşecek. Sizi sürekli dürtecek. Sonra teker teker hayata geçireceksiniz. Benim kafama yerleşeli çok olduğu için biraz yol kat edebildim. Aklımdakiler dürttükçe koştuğum hayatı sadeleştirmeye başladım önce.  2007’den beri TV seyretmiyorum, gazete okumuyorum. Yani maruz kaldığım ortamlar ve OHALler hariç, yılda beş defayı geçmez kumandaya dokunmam. Yine her şeyden haberdarım ve sadece sözüne inandıklarımı takip etme özgürlüğüm var. Evet, o sıkıcı kariyer deliliğini de hayatımdan çıkarıp atabilecek şansa sahip oldum. Hem kendim, hem de çocuklarım ve hem de tüm çocuklar(ım) için baştan inşaa ettim aşk dolu bir işi. Evde de ufak değişiklikler başladı. Evden 20 kutu eşya atmayı başardım. Mükemmel ev hanımı yemek takımımız artık bizimle her gün sofrada. Yani o kendini çok mühim sanan konsol da o kadar mühim değil artık. Ama o konsol var ya…

O konsolu da atacağım. Sadece konsolu atmayacağım. Tüm salonu boşaltacağım. Biz ihtiyaçlarımızı belirledik. Yerde minderler, çok sevdiğimiz –yalan değil hepimizin sevdiği- salıncak&tırmanma duvarı ve kocaman bir kütüphane. Hayır, sadece kitaplarımızdan vazgeçemiyoruz. Yeni salon planımı anlatınca bana tuhaf bakanlar da olmuyor değil. Ama… Biz Francine Jay’in “Azla Mutlu Olmak” kitabında dediği gibi, “vazomuzdaki çürümüş çiçekler”den vazgeçiyoruz. Aslında vazolardan da vazgeçiyoruz.

Çocuklarınızın hayatının ortasındaki çürümüş çiçeklerle dolu vazoları kaldırabilmeniz ve özgürce koşabilecekleri alanları hem evlerinizde hem de zihinlerinizde açabilmeniz dileğiyle…

Sinem ÖZEN CANBOLAT
Gelişim Psikolojisi,M.A.

Facebook
Twitter
Email
Print