Ye Oyna Uyu

Çocuklarımıza Hangi Maskeleri Takıyoruz?

Varlığın insana dönüşmesini umduğumuz yolda, bir çocuğun ayağındaki prangalar…

 

 

 

 

 

Dikkat! Joker filmi için SPOILER içerir!

ÇOCUKLARIMIZA HANGİ MASKELERİ TAKIYORUZ?

 

 

Belki okuduğunuz bilmem kaçıncı Joker film kritiği olacak bu, ama, yazının başında söylemeliyim, bu bir film kritiği değil. Zaten benim işim film kritiği yazmak da değil. Konu, elbette, varlığın insana dönüşmesini umduğumuz yolda, bir çocuğun ayağındaki prangalar nedeniyle tökezlemesi, düşmesi ve bir katile dönüşmesinin altında yatan nedenler…

Nedir bu prangalar? Yıldız Savaşları filminde, Anakin Skywalker, kaybettiği annenin sıcaklığının yerine koyduğu korkular nedeniyle Darth Vader’a dönüşürken, Joker filminde de Arthur Fleck’in çocukluk travmalarının ardından gelemeyen tamirler, karşılaştığı ihmaller, şiddet ve toplumsal yaklaşımlar nedeniyle Joker’a dönüşümünü izliyoruz. Anne, baba, aile ve toplum tarafından hiçbir şekilde kapsanmayan bir çocukluk hikayesi Arthur’unki.

Elbette, yaşadığı çocukluk travması çok çarpıcı. Ancak sadece çocukluk travması mıdır Arthur’u Joker yapan? Aslında, biraz bunun üzerine, kendi ebeveynliklerimize de çuvaldızları batırarak sizlerle birlikte düşünmek istiyorum.

Çok ince ve net nüanslar üzerine işlenmiş Arthur’dan Joker’a giden yolculuk ve bence bu da filmi sıradan olmaktan çıkarmış. Çocukluk travması geçiren herkes bir gün katil olur mu? Seçim hakkı var mı? Bu seçim hakkını ne belirler? Herkes katil olabilir mi? Bunlar gibi birçok sorunun cevabı ile ilgili alt metinler var bu filmde.

Her şeyden önce, Arthur’un çocukluğunun acı izlerinin kabul edilmeyişi filmin en can alıcı noktalarından biri. Arthur ağır travmalarla dolu bir çocukluk geçirmiştir. Ancak, annesi (ki anne başlığı altında anne, baba ve tüm toplumdur bunu yapan) Arthur’un acı deneyimlerini ve duygularını anlamak bir yana dursun, ona bu duruma çok ters bir görev yüklemiştir: “Dünyaya kahkahayı getirmek”. Sıçanların bastığı, çöplüğe dönmüş Gotham şehri ile temsil edilen dünyaya kahkaha getirmek ne kadar imkansız bir görevdir oysa ki! Üstelik de acıyı en keskin şekli ile tatmış, içinde bu kahkahayı asla bulamamış bir çocuk için!

Ancak bu şekilde annesi için “var” olabileceğini anlayan Arthur’un hayatı bunu gerçekleştirebilmek için çabalayarak geçer. Mutlu olmak, mutlu etmek, insanları güldürmek, kendi dünyasında ve baktığı penceredeki dünyada izi bile olmayan birşeyi nasıl yoktan var edeceğini bilemeden…Oysa, içindeki acı anlaşılmadan, kabul edilmeden, sadece “böyle ol” dediği için neredeyse imkansızdır öyle olabilmek. Ve olamaz da…Arthur ne komik olabilir, ne de insanları mutlu edebilir. Edemediğinden dolayı da “var” gibi hissetmez, görünmez olur, yok olur.

BİZ ÇOCUĞUMUZA HANGİ MASKELERİ TAKIYORUZ?

Tam da bu noktada, kendi ebeveynliğimiz ile ilgili ilk çuvaldızı batırmak istiyorum. Özellikle filmi seyretti iseniz, belki bu sizin çok endişelenmenize neden olabilir. Ancak, aklımızda olması gereken, filmin çok uç noktalarda yaşamış bir karakteri anlatıyor olduğudur. Dikkatimiz bu şekilde çekilebildiği için, biz de hayatımızdaki ufak sapmaları görebiliriz belki diye düşünüyorum. İşte o ufak sapmalardan biri, bizlerin de,  Arthur’un annesinin taktığı maskeye benzer maskeleri, dünyaya geldikleri günden itibaren, hatta henüz onu dünyamıza almaya karar verdiğimiz günden bu yana çocuklarımıza takıyor oluşumuzdur. “Prensesim”, “Paşam”, “Aslanım”, “Sen çok başarılı olacaksın”, “Çok zekisin”, “Sen benim kahkahamsın”… Elbette çocuğumuza sevgimizi göstermekte hiçbir yanlış yok. Ama bunu yaparken ona hangi ağır görevleri yüklediğimize çok dikkat edelim. Onlar daha ne olacaklarına karar vermemişken, içlerinde belki de bambaşka bir ben oluşmaya başlamışken, biz onlara taşıyamayacakları ağırlıklarda hayallerimizi ve ihtiyaçlarımızı yüklüyoruz. “Ancak böyle isen benim için “var”sın” diyoruz ve o var hissedebilmek için, bütün hissedebilmek için bu rolü oynamaya başlıyor. Ya da oynayamıyor ve hayatının bir noktasında dağılıyor…

Filme dönelim. “Bu pisliğe bulanmış dünyaya kahkaha getirmek” gibi bir görevi olan ve bu kahkahanın zerre kaynağı içsel olarak kendisinde olmayan Arthur, sürekli üstüne giymeye çalıştığı ama üstüne hiç uymayan bir elbise gibi taşımaktadır gülümsemeyi. Hatta duygu durum dengesi bozulduğu anlarda bu gülümsemeler, acı ve kontrol edilemez bir kahkahaya dönüşmektedir. Mış gibi yapmaktan, ideal beni oynamaktan, anlaşılamamış olmaktan, anlamsız ve yok olmaktan doğan -basitçe adlandırırsak- gerginliğini atması ise bir gün kendinden beklenenin tam tersini yaptığında gerçekleşir!  Arthur, acı çeken yerine çektiren olduğunda, kendine acı çektirenlerle özdeşleştiğinde, ilk defa içindeki gerçek “ben” e uyumlanabildiğinde rahatlar ve yine ilk defa olarak hayatta “var” hisseder. Bu var olabildiği, kendi olabildiği noktada, aslında çok da yetenekli olduğu dansı bütün kısıtlamalardan arınmış olarak ortaya çıkacak bir kapı bulur kendisine. İçimizden şöyle geçer: Keşke, çok daha farklı bir şekilde ona var olduğu hissettirilebilseydi, mesela, anlaşılabilseydi, aynalanabilseydi ve olduğu gibi kucaklanabilseydi. İşte, o zaman, biz de, bu dansı çok daha büyük bir keyif ile izlemiş olurduk. Yani, bu dans, kendisini hayatındaki sadistlerle özdeşleşerek var hissettiğinde değil, kurban olduğu noktada incinen ruhunun tamir edilmesi sayesinde ortaya çıkabilseydi. O zaman, dansın karanlık tarafını değil, ışığa hizmet eden tarafını izliyor olurduk.

ÖĞRENME VE YETENEK HERŞEY Mİ?

Bu noktada, yine ebeveynliğimize bir parantez açma zamanı olduğunu düşünüyorum. Biraz sistemin ve etkilendiğimiz kültürlerin de etkisi ile ebeveynler olarak, “öğrenme” ve “yetenek”e verdiğimiz aşırı önemin, aslında ne kadar ikincil bir durum olduğunu, öğrenme ve yeteneğin altındaki temelin çok daha önemli olduğunu çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor bu sahne. Bu çağın ebeveyni için, “beyin gelişimi”, “zihinsel zeka”, “akademik başarı”, “sanatsal yetenek” gibi konular çok önemli. Oysa, temelde eğer duygusal dengede oluşu (ya da o denge bozulduğunda tekrar dengeye gelebilme kolaylığını) kuramazsak, yani o ilk ebeveyn-bebek/ çocuk ilişkisindeki taşları oturtamazsak, toplumda, güldürebilen Arthur’un değil, sadist Joker’ın dansını andıran danslar görmeye devam etmemiz olasıdır.

NEDEN BU FİLM İÇİN “AMAN, DİKKAT!” DENİLDİ?

Arthur, dans edebilmeye, var olduğunda, kendini  bir “bütün” gibi hissettiğinde başlayabilmiştir. Bu bütün hissetme durumunu, şehrin yanışını izlerken Arthur’un gözlerinde yeniden görürüz. Şehir de Arthur ile birlikte dönüşmüştür. Çünkü, herkes içinde Joker’dan bir parça bulmuştur. Hatta, biz bile, film ilerledikçe kendimizi biraz olsun rahatlamış hissederiz, çünkü Arthur artık harekete geçebilir, gerginliğini atabilir, daha kendisi gibi olabilir. Arthur, kabul görmemiş acı varlığını şiddet ile var olabilen bir egoya dönüştürür. Arthur ile kurduğumuz bu bağ bir yandan da bizi rahatsız eder. Belki de, bu nedenle, “aman dikkat”, “eğer Arthur ile birlikte rahatlıyorsanız sizde de bir sorun var”, “tuzağa düşmeyin” benzeri olayı tamamen yanlış değerlendirmiş film yorumları ile karşılaşmış olduk. Oysa, biz sadece “Arthur’u anladık”! Anladığımız şeyin dehşetine düştük ve her birimiz, Arthur’a olanları deneyimleyen her insanın bu dönüşümü yaşayabileceğini fark ettik. İşte, belki de bu yorumlar, tam da bu gerçekliği kendimizden uzaklaştırabilmek adına sarf edildi. Karakterden kendimizi yabancılaştırmaya çalıştık. Film için “akıl hastalığını, katil olmayı yüceltiyor” diyenler bile çıktı! Oysa, film sadece, en derinlerde, Arthur’un ne yaşadığını bilmemizi sağladı.


YA, BABA FİGÜRÜ?

Annenin kopukluğunun, sevgisizliğinin ve çocukluk travmalarının ayna sonuçlarını bize aktarılırken, filmde babanın da bu üçgendeki rolü yine çok çarpıcı bir biçimde veriliyor. Biraz Hollywood film klasikleri ile bağlantılı çekildiğinden olsa gerek, vali ile arasında bir kan bağı olasılığı vurgusu yapılıyor. Oysa, bu kan bağı olmaksızın da, Arthur, annesinin zihninde bir “eş” olarak yer almasından dolayı, vali Thomas Wayne’in babası olduğunu (ki değildir) hissetmektedir. Yıllardır bu (sanal) babaya bir türlü ulaşılamaması zaten Arthur için annenin zihnindeki baba tarafından ret edilmektir. Öte yandan, bu dünyada kendisine verilen görev nedeni ile Arthur’un daha bilinçli olarak seçtiği bir başka baba figürü de vardır: Komedyen ve talk show sunucusu Murray Franklin. Aslında, filmin o sahnesi gelmeden de biliriz ki, Arthur bu baba figürü tarafından da ret edilecek, sadistik bir saldırıya uğrayacaktır. Bu ret ile birlikte, Arthur’un kendisine yüklenmiş görevini yerine getirmesi için kalan son umut taneciği de yok edilmiş olur. Bir kez daha Arthur yok sayılmıştır, komedi dünyasının babası tarafından, babası tarafından…

Son sahnede sıktığı kurşun hayatından geçen tüm o baba karakterlerine ve Arthur’a sıktığı kurşundur. Sadist üvey babalara, sanal babasına, ideal ben babasına, devlet babaya ve aslına ideal ama gerçek olmayan bene…Ve orada Arthur tamamen Joker’a dönüşür.

JOKER YA DA BATMAN OLMAK BİR SEÇİM Mİ?

Filmin sonlarına doğru, ileride şehri (dünyayı) kurtaran kahramanın da aslında çocukluğunda bir travma yattığına şahit oluyoruz. O zaman, çocukluk travması bir katil yarattığı gibi bir kahraman da yaratabiliyor mu? Tam olarak böyle değil. Ama, en azından, travmanın ardından gelen iyileşme/onarma/tamir Bruce’u gerçekte mutlaka Batman’e dönüştürmeyecekse de, en azından Joker’a dönüşmekten kurtarabiliyor. Aslında, konu sadece iyileşme değil. Konu, aynı zamanda, dayanıklılık da. Ve bu dayanıklılık nasıl sağlanıyor dersiniz? Arthur, psikozu olan desteksiz ve kopuk bir annenin ve çeşitli şekillerde sadist ve ret eden baba figürünün bebeği iken, Bruce seven ve güven veren bir anne ve babanın çocuğu. İşte, özgür iradenin seçimi sandığımız iyi ya da kötü olma durumu, aslında hayatın ilk yıllarında yaşanan ebeveyn-çocuk ilişkisi içinde belirlenmeye başlayan bir durum…

FİLMİN BİREYSEL HAYATLARIMIZDA VE TOPLUMSAL HAYATLARIMIZDA YANSIMALARI

Filmin hem bireysel hem de toplumsal düzeyde bize düşündürdükleri önemli. “Eyvah, ben çocuğuma ne yapıyorum” paniğine kapılalım diye değil yazdıklarım. Ama, özellikle çarpıcı olaylarla uç noktalarda verilen bir karakter üzerinden dikkatimizi bu konulara ve normal hayatımızdaki ufak sapmalara verebilirsek, bireysel düzeyde çocuklarımızın hayatına olumlu geri dönüşleri olabilecek farkındalıklar yaşayabiliriz. Yukarıda da anlattığım maske takma, gelişim için sağlıklı duygusal bir temel oluşturma konularının hayatımızdaki yerini gözden geçirebiliriz. Örneğin, “aman ağlamasın” derken, acaba bunu onu anlayarak ve ihtiyacını karşılayarak mı yapıyoruz, yoksa susturucularla yüzüne kocaman bir gülücük maskesi mi takıyoruz? Ben dahil, hepimiz, farkında olarak ya da olmayarak hayallerimizi ve ihtiyaçlarımızı çocuklarımıza yükleyebiliyoruz. Oysa, tek ihtiyaçları anlaşılmak ve kabul edilmek.

Filmi tam olarak algılamayan ya da yukarıda bahsettiğim gibi kendine yabancılaştırmak isteyen bir kesim tarafından katili yüceltmek ile eleştirildiğinde, yönetmen Todd Phillips “Film, sevgisizliğin, çocukluk döneminde yaşanan travmaların, hayata hoşgörüyle bakamamanın hikâyesi. İnsanların bu mesajı algılayabileceğini düşünüyorum. Sanat karmaşıktır. Eğer karmaşık olmayan bir sanat dalı arıyorsanız kaligrafiyi deneyebilirsiniz.” demiş. Kesinlikle, çok net bir biçimde, bir bebeğin bir katile nasıl dönüştüğünü tüm incelikleri ile anlatan bir film. Kitabımın yeni çıktığı bir dönemde bu filme rastlamak, benim için evrensel düzenin can alıcı bir karşılaşması oldu. Dünyada benzer sözler farklı disiplinlerden yükselmeye başladı. Zamanın ruhu (zeitgeist) bebeklik döneminin önemi konusunda bir farkındalık yaşamakta artık. Kitabımdaki son sözün küçük bir kısmını buraya kopyalayarak bitiriyorum;

“…Hepimiz dünya daha güzel bir hale gelsin istiyoruz. Hepimiz “kötü adam”ları “iyi adam”a dönüştürmek ya da onların olmadığı bir dünyada yaşamak istiyoruz. Peki bu adamlar nasıl “kötü” oluyor, bunu hiç sorguluyor muyuz? Bir gazetecinin öldürülmesinin ardından eşi, acısına rağmen konuşmasında şöyle bir cümle kurmuştu: “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim…” Kimse katil, hırsız, pedofili doğmuyor. Peki nasıl bu hale geliyor? İşkenceci romanında, bir çocuğun nasıl bir işkenceciye dönüştüğü,  anne-çocuk ilişkisinden başlayarak çok güzel anlatılmıştır (Alatlı, 2017). Bebeğin “ben” algısı, “dünya” algısı, kurduğu ilişkiler, yaptığı seçimler ve bu dünyaya verdiği cevaplar, aile ve anne-bebek ilişkisinden filizlenmektedir…”

 

Sinem ÖZEN CANBOLAT

Gelişim Psikolojisi,M.A.

Facebook
Twitter
Email
Print