Ye Oyna Uyu

Bebek Ne İle Yaşar ?

“BEBEK NE İLE YAŞAR?”

Tolstoy’un “İnsan Ne ile Yaşar?” sorusu da kitabı kadar etkileyici gelmiştir bana. Kitaptaki ilk hikaye, Tanrı’nın insanda ne olduğunu, neyin verilmediğini ve ne ile yaşadığını öğrenmesi için yeryüzüne gönderdiği melek Mihail’in yıllar boyu süren sessiz bir bekleyiş ile bir ayakkabıcının yaşamına eşlik ederken vardığı keşifler üzerinedir. İnsan hayatına eşliği içinde Mihail’in meraklı bekleyişleri bir bir cevabını bulur. İlk keşif anında, karşısındaki insan sevgi içinde olduğunda onun yüzünde tanrıyı gördüğünü fark eder ve ilk sorunun cevabını bulur: İnsanda sevgi vardır. İnsana sevgi verilmiştir, ama verilmeyeni de öğrenir: İnsana neye ihtiyacı olduğunun bilgisi verilmemiştir. İnsan ancak bütünün ihtiyacını bilebilir, kendi bireysel ihtiyacını bilemez. Nitekim ona bunu öğreten olay şöyle gerçekleşmiştir: Kendisine ayakkabı dikmesi için ustaya özel bir deri bırakan adam dükkandan çıktıktan sonra ölür. Adam ayakkabıya değil, cenazede giyeceği bir terliğe ihtiyacı olduğunu bilememiştir. Son olarak, insanın neyle yaşadığı sorusunun cevabını da alır. “ Her insan kendisi için kaygılanarak değil, (diğerinden gelen) sevgi ile yaşar”. Ve der ki, “Anladım ki Tanrı insanların ayrı yaşamasını istemiyor; bu yüzden tek tek neye ihtiyaçları olduğunu açık etmiyor. Beraber yaşamalarını istediğinden hepsine kendileri ve diğerlerinin (birlikte) neye ihtiyacı olduğunu gösteriyor”.

Bu etkileyici çıkarımlar beni başka bir açıdan bu sorulara bakmaya yöneltti. Fark ettim ki, bu soruların cevabını almak için aslında bebek olmayı anlamamız yeterliydi. Bebek olmayı anlamak için de bu soruların cevaplarını düşünmemiz…

Soruları sondan başlayarak tekrar sordum kendime. Bebek ne ile yaşardı? Bu cevabı en basit olandı. Dünyaya kısıtlı beceriler, kısıtlı bir biliş ile gelmiş bebeğin de hayatta kalmasını sağlayan şey ona bakım vereninden gelen sevgiydi. Bakım verenin sevgisi olmadan onu hayatta tutacak bakımı alması imkansızdı. Bebek sevilerek yaşamda kalabiliyordu. Zaten, hikayede de Mihail’in bu sonuca varabilmesini sağlayan farkındalık bir bebeğin hayatta kalabilmesi deneyiminden geliyordu.

Diğer iki soruya gelince, cevaplar burada biraz daha derinleşiyor gibiydi. Bebeğe ne verilmişti ve ne verilmemişti? (İnsan olmanın henüz başlangıç çizgisinde olan) Bebeğe de sevgi verilmiş ve kendi ihtiyacının bilgisi verilmemiş miydi? Herşeyden önce, onda bir “kendi” var mıydı? Belki de bebek, bütün olma ile insan olma arasındaki bir köprüydü? Bir geçişti. Bir hazırlıktı.

Bebek olmayı anlamaya çalıştığımız bir yüzyıldayız. Nice teori, nice farkındalık edindik bu süreçte. Henüz bilimsel araştırmalar hala yolun başında olsa da nice vaka çalışması, nice bilim insanı benzer görüşlerde birleşiyor yavaş yavaş. Bu görüşlerden biri de, bebeğin anne ve babanın birleşme anında başlayan bir beden egosuna sahip olduğu görüşü. O tek hücreli halinde bile o hücrenin bir hafızası olduğunu söylüyor bize elimizdeki çalışmalar. Bu hafıza, hücreler çoğalıp, beden de geliştikçe gelişiyor. Bu açık bir hafıza değil. Ancak diyebiliriz ki, yumurta ile sperm birleştiğinde oluşan o tek hücre, beden hafızasının da başladığı yer (ve hatta belki de önceki nesillerin hücre hafızalarını devam ettirdiği…). Öte yandan, bebek dünyaya geldiğinde bir “kendilik” algısına sahip değil. En başından beri sahip olduğu şey bu bedenin egosu ve bedenin ortaya çıkardığı ihtiyaçlar, ancak bunlar bir bilinç düzeyinde değil. Doğumdan sonra dahi, hayatının ilk zamanlarında, bu ihtiyaçların bedenden mi, zihinden mi, ruhtan mı geldiğini algılayabilecek bir farklılaşmayı henüz yaşamamış oluyor bebek. Kendilik olmadığı için, bir öteki de yok onun algısında. Tüm dünya, emziren annesi dahil, o farkında olmadığı kendisinin bir uzantısı. Bir bütünün içinde bebek. İçinin dışı ve dış dünyayla bütün olduğu bir halde. Evet, bütünün kendisi bebek. Bütün demenin sevgi olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Dolayısıyla, bebekte bütünün, yani sevginin bilgisi mevcut.

Durum böyle olunca, bebek beden egosunda ihtiyaçlar oluştukça bütünden, yani bu sevgi halinden ayrılmış, dağılmış, parçalara ayrılmış oluyor. Eğer ki bakımvereni bu parçalanma halini tutabilir ve kapsayabilirse, yani onun tekrar bütün hissetmesini sağlayabilirse bebek bildik olana geri dönmüş ve yatışmış oluyor. Bebeğe verilmemiş olan bilgi ise “kendilik” oluyor. Kendilik ve kendi başına kalma hem ona yabancı hem de yeterince iyi deneyimi ve yeterli becerisi olmadığı için tehditkar. Bu nedenle, aldığı bakım sayesinde tam gibi hissettiği anlar ona tanıdık olanı deneyimletiyor ve huzura kavuşmasını sağlıyor. İşte bu” huzurda” hissettiği her an “kendiliği” keşfetmek için bir fırsat oluyor, çünkü ancak bu güven hissinde merakla dünyaya ve dünya yaşamına yönelebiliyor. Aldığı bakımın içinde bebek “kendiliği”bu şekilde öğreniyor.

Bir yandan da bedenin ihtiyaçları ve bu ihtiyaçlara doğal olarak mükemmel cevap veremeyen ancak yeteri kadar iyi olmaya çalışan bakım veren ile bütünün mükemmelliği yıkılmaya başlıyor. Bebek karnı acıktığında, boşluğu hissediyor. Bütünden gelen bir bebek için, boşluk yabancı. Bütün varsa zaten boşluk olmamalı. O boşluk hemen de dolmuyor. Ama mümkün olan en iyi zamanda doluyor. Ve bu dolma ile, bebek yavaş yavaş boşluktaki kendiliğini ve sevgi ile cevap verip bütünü deneyimleten ötekini fark ediyor. Bebek ile bütün olma halinde anne de “bütün olmayı” hatırlıyor. Bebek ile deneyimlerinin yanı sıra, anne ve bebek ikilisini kapsayan bakımı ile baba da bütün olmanın deneyimini alıyor.

Aldığı sevgi dolu bakımın anısı onda biriktikçe hem bütünün yokluğu ile geride bıraktığı boşluğuna tahammül edebiliyor, hem de bütünün ruh, beden,zihin sınırlarını fark etmeye başlıyor. Yavaş yavaş “ben” oluşuyor.

“Ben”in doğumu dünya yaşamını sürdürmek için önemli. Ancak bu benlik algısı bu dünya üzerinde edindiğimiz bir bilgi. Bir bütün halinde olma durumundan gelen insanoğlu için nispeten yeni bir bilgi. Bu yüzden, bu dünya üzerinde ne kadar zaman geçirmiş olursa olsun gerçek anlamda o ayrık olanın neye ihtiyacı olduğunu bilmesine imkan yok. Tolstoy’un söylediği gibi, geldiği yere ait bir hal olan bütünün ihtiyacını derinden bir yerden, kalp zekasıyla biliyor, ancak bireysel ihtiyaçlarının ne olacağını ve nasıl karşılanacağını bu bilgi aynı kesinlikle zihninde ya da kalbinde olmadığı için bilemiyor. Bu yüzdendir ki insanlık için, ağaçlar için, hayvanlar için, dünya için attığımız adımlardan çok daha emin oluyoruz. Çok daha yüksek bir duygu hali yaşıyoruz. Kendi ihtiyaçlarımızı karşılamak adına attığımız adımlar ise aynı keskinlik ve kesinlikle sonuçlanmıyor bizim için..

Tüm bu olanların içinde anneye ve babaya baktığımızda, özellikle bedeninden ayrışmayı da içerdiği için önce anne, dünya ile bağlantıyı kuran köprü olduğu için de baba, kucaklarına verilen bebek ile birlikte o güne kadar dünya üzerinde öğrendikleri ayrık olma, birey olma halini, çok öncesine dayalı bir hatıra olan bütün olma hali ile birlikte yürütmek durumunda kalıyor. Aslında bebek, ebeveynlerine bütün olmayı hayatta yeniden hatırlattığı için belki de yaşam içindeki en zorlu ve en muazzam gelişmeyi yakalayabilecekleri deneyimi onlara sunmuş oluyor. Bebekliklerinden bu yana birey olmayı öğrenmiş anne baba, eğer bunu bütünden ayrışırken sevgi ve güven içinde deneyimleyip geliştirmedi ise bu noktada tekrar bütünü deneyimlemekte, hatta sunan olmakta çok zorlanıyor. Bu nedenle, yukarıda bahsettiğim, bebeğin mükemmel bütünlük algısının nasıl bir ilişki içinde yıkıldığı, bu yıkılmanın sağlıklı bir halde gelişip gelişmediği ileriki yaşlarımızdaki deneyimlerimizi derinden etkileyecek kadar önemli oluyor.

Bebeğin bütünlük halinde birey haline geçişi sağlıklı olmadığında başka ne oluyor? Bu cevabı çok geniş bir soru. Ama ufak bir örneklendirme yapmak gerekirse, yine kitaptan güzel bir cümleyle yanıt vereceğim, “Deminkinin yüzünde ölüm vardı, oysa şimdiki capcanlıydı ve Tanrı seçilebiliyordu bu yüzde.” Melek, bahsettiği yüz aynı kişiye ait olmasına rağmen, içinde sevgi olmadığında o yüzü tanıyamamıştır. Sevgi olmadığında gördüğü yüz ölümün yüzüdür, olduğunda ise Tanrı’yı görmüştür o yüzde. Bebek için de durum böyledir. Ebeveyninin yüzünde sevgi olmadığında, sadece bütünün ve dolayısıyla sevginin bilgisine sahip bir bebek için bu yabancı bir yüz olur. Sevgi olmayan bir yüzde, bebeğin bilmediği, bütünü taşımayan bir kendilik vardır. O zaman bebek bütün hissedemez, ve olmayan bütünden sağlıklı ayrışması da mümkün olamaz.

Kendilik algısının sağlıklı gelişimi için, bütünlüğün içinde güvende hisseden bir kendilik olmalıdır. Bu yüzden de ötekinin (annenin ve babanın) yaşadığı salt kendilik hali ise, bebek bunun içinde bütünlüğü yaşayamayacağı için gelişemez (örneğin, depresif bir bakım verenin içine dönüp bebeğinin sinyallerini alamadığı bir kendilik hali mevcutsa). Ötekinin verdiği bebeğe bütün hissettiren bir bakım içinde, bebek yavaş yavaş sevilebilir bir kendilik algısı ile bütünden ayrışabilecektir. Bu bebeğin içsel hızında, bu bütün içinde güvende hissettikçe olabilir. Dolayısıyla, onu bütünden ayırma üzerine verilen eğitimsel bakımlar ona bu kendilik algısını veremeyecektir. Örneğin, uyku eğitimleri, bağımsızlaşsın diye yapılan yürüme egzersizleri, kucağıma alışmasın diye bir başına bırakmalar hep bizim tarafımızdan başlatılan eylemler olduğu için bebeğimiz adına doğru adımlar olmaktan çok uzaktır.

Ona verdiğiniz bakımın bütünlük içinde kendilik gelişimi için uygun olup olmadığını anlamanıza yardımcı olacak bir sağlama sorusunu Tolstoy’un cümlesi içinden çıkarabiliriz. Ne demişti Tolstoy? ““ Her insan kendisi için kaygılanarak değil, (diğerinden gelen) sevgi ile yaşar”. Bu cümleyi okumadan çok önce kendime sormaya başladığım bu soru hayatımda attığım adımlarda ikileme düştüğümde her zaman bana doğru cevabı veren bir soru olmuştur : “Yapmayı düşündüğüm şeyi korktuğum için mi yapıyorum yoksa sevgimden ötürü mü?”. Eğer cevabınız “korktuğunuz” için ise, bu doğru bir yere gitmeyecektir. Korku zaten bütün olmama ve kendilikle ilgilidir. Oysa, Tolstoy ne demişti bize? İnsana kendi ihtiyacının bilgisi verilmemiştir. Ancak motivasyonumuz sevgi ise, sevgi de bütün olmaya dair olduğu için bizi çok muhtemel doğru yere götürecektir. Yukarıdaki örneklere bu soru ile baktığınızda, hepsinin temelinde korku olduğunu göreceksiniz. Bebeğimize uyku eğitimi veririz, çünkü onun kendi kendine uyuyamayacağından korkarız. Yürümesini isteriz, çünkü bağımsızlaşmaması bizi korkutur. Kucağımıza almayız, çünkü alanımızı fazlaca istila etmesidir korkumuz. Oysa sevgi, bakımı ayırmaya değil, birleşmeye odaklayacaktır. Ondan bağımsızlık işaretleri gelene kadar…

Dolayısıyla yazının sonunda bebeğe verilenlerle insanı anladığımız, insana verilenlerle bebeği anladığımız bir yere biraz daha yaklaşmış olduğumuzu hissediyorum. Her ikisi de nihayetinde aynı bedenlenmededir ve verilen ve verilmeyenler her ikisi için de aynıdır. Ancak değişim ve dönüşümün hikayesinin üzerinden geçmek sevgiyi, bütünü bilme halini ve sevgiyle yaşayabildiğimizi anlamaya biraz daha aşina olmamızı sağlamıştır.

Tüm bunları biraz aklıma geldiği gibi yazdım. Herkes için okunması ve anlaşılması kolay olmayabilir. Tamamen psikoloji bilimine dair gibi görünmeyebilir ancak aslında öyledir. Psikolojideki teoriler de bebeğin bütünden gelme ve ayrışma sürecini benzer biçimde anlatır. Aslında mesele her zamanki gibi doğru cevapları bulmaktan ziyade merakla soruları sorabilmek sanırım.

Bu nedenle, bu yazının sizde bıraktıkları, size düşündürdükleri, sizde yükselen sorular da çok kıymetli olacaktır.

Tolstoy’dan bana, benden size geçerek birlikte büyüttüğümüz kollektif bilincimize sevgiyle…

Sinem Özen Canbolat
Gelişim Psikolojisi, M.A.

Facebook
Twitter
Email
Print